Edebiyât-ı Cedîde şairi.
24 Aralık 1867’de İstanbul Aksaray’da doğdu.
Asıl adı Mehmed Tevfik’tir. Babası Hâriciye Kalemi’nde memurluk ve çeşitli
vilâyetlerde mutasarrıflık yapan Çankırılı Hüseyin Efendi, annesi Sakız adası
Rumları’ndan mühtedî Hüsrev Bey’in kızı Hatice Refîa Hanım’dır. Öğrenimine
Aksaray’da Mahmudiye Vâlide Rüşdiyesi’nde başlayan Mehmed Tevfik, mektebin
Doksanüç Harbi’nin ardından Rumeli’den gelen muhacirlere tahsis edilmesi
üzerine Mekteb-i Sultânî’ye (Galatasaray) gönderildi. Bu mektebin onun
şahsiyeti üzerinde büyük etkisi vardır. Hacca giden annesi bir kolera
salgınında Hicaz’da öldüğünden (1879) Tevfik’in gençlik yılları büyükannesinin
yanında geçti. Öğrencilik yıllarında disiplini, çalışkanlığı ve kişiliğiyle
hocalarının dikkatini çekerken bir yandan da mektep arkadaşlarının sevgisini
kazandı. Galatasaray’da devrin tanınmış hocalarından Muallim Feyzi, Recâizâde
Mahmud Ekrem ve Muallim Nâci’den ders gördü. Edebiyata ve özellikle şiire karşı
yeteneği bu yıllarda ortaya çıktı. Hocalarının teşvikiyle yazdığı eski tarzdaki
ilk şiirleri Muallim Feyzi vasıtasıyla Tercümân-ı Hakîkat’ta yayımlandı
(1884-1885).
1888’de Mekteb-i Sultânî’yi birincilikle
bitirdikten sonra aynı yıl Bâbıâli Hâriciye Odası’nda çalışmaya başladı.
Buradaki görevinden hoşlanmadığı için Sadâret Mektubî Kalemi’ne geçti; ancak
verilen maaşı az bularak eski memuriyetine döndü (1889). 1890’da dayısının kızı
Nâzıme Hanım’la evlendi. 1891’de İsmâil Safâ’nın neşrettiği Mirsad dergisinin
açtığı tevhîd ve sitâyiş-i hazret-i pâdişâhî yarışmalarında birinci seçildi.
1892 yılına kadar devam eden memuriyeti sırasında Gedikpaşa’daki Ticaret
Mektebi’nde Fransızca ve hüsn-i hat dersleri de verdi. 1894’te arkadaşları
Hüseyin Kâzım Kadri ve Ali Ekrem’le (Bolayır) birlikte Ma‘lûmât dergisini
çıkardı; burada bazı şiirleriyle tercümeleri yayımlandı. Aynı yıl Mekteb-i
Sultânî’de açılan Türkçe muallimliği imtihanını kazanarak bu okula tayin
edildi. Ancak hükümetin memur maaşlarında kesintiye gitmesi üzerine istifa
etti. Ardından hayatının sonuna kadar sürdüreceği Robert College’da Türkçe
hocalığına başladı.
1896 yılı başlarında edebiyatta yenilik yapmaya
hevesli gençlerle yeni bir edebî topluluk kurmayı arzu eden Recâizâde Mahmud
Ekrem, öğrencisi Ahmed İhsan’ı (Tokgöz) yayımlamakta olduğu Servet dergisini
Servet-i Fünûn adıyla edebî bir dergi haline getirmeye ve ardından Tevfik
Fikret’i bu derginin başına geçmeye ikna etti. Servet-i Fünûn böylece Tevfik
Fikret’in yönetiminde Şubat 1896 tarihli 256. sayısından itibaren edebiyatta ve
özellikle şiirde yenilik yapmak isteyen gençlerin toplandığı bir edebiyat
mahfili durumuna geldi. Topluluğa katılanlardan Cenab Şahabeddin, Hâlid Ziya
(Uşaklıgil), Mehmed Rauf, Hüseyin Cahid (Yalçın), Hüseyin Suad, H. Nâzım (Ahmet
Reşit Rey), A. Nâdir (Ali Ekrem Bolayır), Ahmed Şuayb, İbrâhim Cehdî (Süleyman
Nazif), Süleyman Nesib, Fâik Âlî (Ozansoy) ve İsmâil Safâ’nın yanı sıra
Sâmipaşazâde Sezâi ile Recâizâde Mahmud Ekrem ve Abdülhak Hâmid Servet-i
Fünûncuları destekledi.
Türk edebiyatı tarihinde birinci ve ikinci
Tanzimat neslinden sonra edebiyatta Batılı anlamda asıl yenilikleri
gerçekleştiren Servet-i Fünûn (Edebiyât-ı Cedîde) topluluğunun bütün faaliyeti
büyük ölçüde Tevfik Fikret’in yönetimindeki bu dergi etrafında gerçekleşti.
Ancak bir süre sonra babasının görevle Hama’ya bir nevi sürgüne gönderilmesi,
1898’de İsmâil Safâ’nın evinde yaptıkları bir toplantı sebebiyle birkaç gün
tutuklanması mizacı aşırı derecede hassas olan Tevfik Fikret’i büsbütün
tedirgin etti. Başta kendisi olmak üzere istibdat idaresinden şikâyetçi olan
Servet-i Fünûncular, Yeni Zelanda’ya göç ederek orada daha rahat yaşama
hayaline kapıldılar; fakat hayallerini fiilen gerçekleştiremeyeceklerini
anlayıp bu teşebbüsten vazgeçtiler. Bu defa Hüseyin Kâzım’ın Manisa civarında
Sarıçam köyündeki çiftliğine gitmeyi düşündülerse de bu tasavvurlarını da
gerçekleştiremediler. Fikret’in “Bir Mersiye” ve “Yeşil Yurt” adlı şiirleri
hayalini kurduğu bu kaçma düşüncesiyle ilgilidir.
1900 yılında İngiltere’nin Güney Afrika’da
Boerler’i mağlûp etmesi üzerine bu galibiyeti tebrik etmek, bu vesileyle ülkede
hüküm süren istibdat idaresine karşı İngiltere’nin baskı uygulamasını sağlamak
amacıyla hazırlanıp İngiliz sefâretine verilen bildiride Tevfik Firket’in
imzasının da bulunması dolayısıyla bir süre Mâbeyin Dairesi’nde sorgulandı.
Tedirginliğini büsbütün arttıran bu olayların arkasından bir süre toplumdan
uzaklaştı ve sadece şiirle uğraştı. Aynı yıl, ilk şiirleri dışında büyük ölçüde
Servet-i Fünûn döneminde yazdığı şiirlerden meydana gelen Rübâb-ı Şikeste’yi
yayımladı. Eser ilgi görünce hemen ikinci baskısı yapıldı. Ancak bütün bunlar
onun huzursuzluğunu gidermeye yetmedi. Aynı günlerde, topluluk mensuplarından
Ali Ekrem’in başta Cenab Şahabeddin olmak üzere diğer Servet-i Fünûn şairlerini
ağır bir dille eleştirdiği “Şiirimiz” adlı makalesini bazı değişikliklerle
Servet-i Fünûn’da neşretti ve bu davranışı büyük bir tepkiyle karşılandı.
Tevfik Fikret’in makalede değişiklik yapmasına öfkelenen Ali Ekrem yazının
aslını Baba Tâhir’in Musavver Ma‘lûmât dergisinde yayımlayınca topluluk içinde
ilk çözülme başladı. H. Nâzım, Sâmipaşazâde Sezâi ve Menemenlizâde Tâhir, Ali
Ekrem’i destekleyip Servet-i Fünûn’dan ayrıldılar. Bir süre sonra idarî bir mesele
yüzünden Ahmed İhsan’la araları açılınca Tevfik Fikret de mecmuayı terketti
(1901). Hüseyin Cahid’in Fransızca’dan çevirdiği Fransız İhtilâli’ne dair
“Edebiyat ve Hukuk” adlı yazısı yüzünden dergi hükümet tarafından kapatıldı;
böylece topluluk fiilen dağılmış oldu.
Tevfik Fikret 1905 yılında kısa aralıklarla
babasını ve kız kardeşini kaybetti. Görünürde bir sebep yokken babasının
Anadolu’ya sürgün edilmesi ve orada ölmesi, Müftüoğlu Ahmed Hikmet’in kardeşi
Refik Bey’le evli olan kız kardeşinin acıklı ölümü Tevfik Fikret’in
ıstıraplarının daha da artmasına yol açtı. Aynı yıl Aksaray’daki konaklarını
satıp Rumelihisarı’nda Robert College yakınlarında planlarını kendisinin
çizdiği ve Âşiyan adını verdiği evi inşa ettirerek burada bir nevi inzivaya
çekildi. 23 Ağustos 1908’de Tanin’de yayımlanan bir yazısında heyecanlı bir
dille anlattığı Robert College’da edindiği yeni çevre Fikret için bir sığınak
olmuştu. Özellikle Âşiyan’a yerleştikten sonra gerek istibdat rejimine gerekse
içinde yaşadığı çevreye karşı giderek artan bir kin ve nefret duymaya başladı.
Ülkede yaşanan siyasal ve sosyal olayları uzaktan takip ettiği bu günlerde II.
Meşrutiyet’in ilânına kadar elden ele dolaşan “Sis” (1902), “Sabah Olursa”
(1905), “Târîh-i Kadîm” (1905), “Mâzî-Âtî” ile (1906) II. Abdülhamid’e bombalı
suikast hazırlayan Ermeni komitacılarını alkışladığı “Bir Lahza-i Teahhur”
(1906) gibi manzumelerini yazdı. Bunlar arasında özellikle II. Abdülhamid
dönemi İstanbul’una lânetler yağdıran üslûbuyla “Sis” edebî çevrelerde geniş yankılar
uyandırdı. “Sabah Olursa”da oğlu Halûk’un şahsında gelecek nesillerin kurtuluşu
ümidini besler. “Mâzî-Âti”de aynı fikir geliştirilirken doğrudan doğruya
geçmişle geleceğin mukayesesi yapılır. Bu yılların en çok yankı uyandıran ve
tenkit edilen başka bir şiiri de “Bir Lahza-i Teahhur”dur. 21 Temmuz 1905 günü
cuma namazının ardından Ermeni komitacılarının II. Abdülhamid’e karşı giriştiği
suikastın başarısızlıkla sonuçlanması üzerine bu şiiri yazan Fikret’in burada
hain emeller peşindeki Ermeniler’i alkışlaması hem o yıllarda hem bu şiirin
yayımlandığı II. Meşrutiyet sonrasında çok eleştirilmiştir.
24 Temmuz 1908’de II. Meşrutiyet’in ilânı
üzerine büyük bir sevinçle inzivadan çıkan Fikret “Millet Şarkısı” adlı
manzumeyi kaleme aldı. Daha önce dargın olduğu bir kısım arkadaşlarıyla barıştı
ve yeni bir fikir hamlesine girişti. Eski arkadaşları Hüseyin Cahid ve Hüseyin
Kâzım’la birlikte adını kendisinin koyduğu Tanin gazetesini yayımlamaya
başladı. Kısa zamanda devlet yönetimini ele geçiren İttihat ve Terakkî
Cemiyeti, Tevfik Fikret’i maarif nâzırı yapmak istediyse de o bunu kabul
etmedi. Bir kısım öğrencileri ve yakın çevresinin ısrarı ile Galatasaray
Mekteb-i Sultânîsi’ne müdür oldu (28 Aralık 1908). Aynı zamanda Dârülfünun ve
Dârülmuallimîn’de ders verdi. Mekteb-i Sultânî’de o döneme göre modern eğitim
sistemi için disipline dayalı yeni bir düzen kurdu. Yaptığı yenilikler
dolayısıyla hakkında çıkan dedikoduların artması yüzünden dört ay sonra
müdürlükten istifa etti ve Robert College’daki hocalığına döndü. Bu münasebetle
Hüseyin Cahid’e yazdığı mektupta geçen, “Bugün sa‘y ü irfânım tebdîl-i
tâbiiyyet etti” ifadesi ve bir süredir genel anlamda din karşısında olumsuz bir
tavır takınması devrin muhafazakâr çevreleri tarafından aleyhinde bir
kampanyanın başlatılmasına yol açtı. Tanin’in İttihat ve Terakkî Cemiyeti’nin
yayın organı haline gelmesi üzerine 1910’da gazete ile bütün ilişkisini kesti;
aynı yıl Dârülfünun ve Dârülmuallimîn’deki görevlerini de bıraktı. 1912’de
Meclis-i Meb‘ûsan kapatılınca “Doksan Beşe Doğru” ve İttihatçılar aleyhine
“Hân-ı Yağmâ” gibi manzumelerini kaleme aldı.
Mühendislik tahsili yapmak üzere 1909’da İskoçya’ya gönderdiği
oğlu Halûk için yazdığı şiirleri Halûk’un
Defteri adıyla yayımladı (1911). Aleyhinde bir kampanya yürüten bazı çevrelere
karşı kendisini müdafaa eden eski arkadaşlarına hitaben Rübâb’ın Cevabı’nı
neşretti (1911). Hece vezniyle ve sade bir dille çocuklar için kaleme aldığı
manzumelerden meydana gelen Şermin ise (1914) Fikret’in öteden beri özlemini
duyduğu yeni insan tipiyle yakından ilgilidir. Osmanlı Devleti’nin I. Dünya
Savaşı’na girmesine şiddetle karşı çıkan Tevfik Fikret, cihâd-ı mukaddes ilân
edilerek girilen bu savaş dolayısıyla ve ironik bir üslûpla “Fetâvâ-yı
Şerîfeden Sonra Sancak-ı Şerîf Huzurunda” adlı manzumesini yazdı. İttihâd-ı
İslâm taraftarı Mehmed Âkif’in, 1914’te yayımladığı Süleymaniye Kürsüsü’nde,
edebiyat çevrelerinde elden ele dolaşan “Târîh-i Kadîm” manzumesi dolayısıyla
Tevfik Fikret için, tahkir edici diğer sözlerle birlikte “zangoç” tabirini
kullanması üzerine Fikret, kendisinin dinsizliğini ve genel anlamda bütün
semavî dinlerin karşısında olduğunu açıkça ilân ettiği “Târîh-i Kadîm’e Zeyl”i
kaleme aldı. Uzun süredir şeker hastalığına müptelâ olduğu anlaşılan Fikret,
hastalığı zamanında teşhis ve tedavi edilmediğinden 1915 yılı başlarında âniden
yatağa düştü ve 18-19 Ağustos gecesi öldü. Cenazesi aile mezarlığının bulunduğu
Eyüpsultan’a gömüldü. Vasiyeti gereği mezarı daha sonra İstanbul Belediyesi
tarafından Edebiyât-ı Cedîde Müzesi haline getirilen (1945) Rumelihisarı’ndaki
Âşiyan’ın bahçesine nakledildi (1962).